İstanbul Barosu’ndan hak ihlalleri raporu... Kaboğlu: “Epözdemir’den İmamoğlu’na, yüzlerce öğrenciye uzanan tutuklamalar zinciri anayasa dışıdır”

Haber: ÇAĞATAN AKYOL - Kamera: ONUR DURSUN
(İSTANBUL) - İstanbul Barosu, son bir ayda yaşan hak ihlallerine ilişkin rapor hazırladı. Baro Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, “İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi avukat Fırat Epözdemir’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na kadar uzanan bu kitlesel tutuklamalar zincirinde, tabii ki yüzlerce öğrenci dahil olmak üzere hiçbirinde tutuklama koşulu gerçekleşmemiştir. Anayasamızın bağlayıcı hükümleri var ve bu hükümlere herkes uymak zorundadır. Bu açıdan bütün tutuklamalar anayasa dışıdır demek durumundayız” dedi.
CHP’nin cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan protestolar sonrasında yüzlerce kişinin hukuksuzlukla karşı karşıya kaldığı gerekçesiyle İstanbul Barosu, hak ihlalleri raporu hazırladı. Avukat Hakları, Çocuk Hakları, İnsan Hakları ve Kadın Hakları Merkezleri eşgüdümünde hazırlanan raporda, meydanlardan emniyete, adliyeden hapishanelere uzanan hak ihlalleri ve çözüm önerileri yer aldı.
Rapor, baroda yapılan toplantıyla kamuoyuna paylaşıldı. İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamaz şeklindeki anayasanın ilgili maddesini anımsattı. “Bu çerçevede sürekli kullanılan düşman hukuku veya yandaş hukuku gibi nitelemelerin de aslında doğru olmadığını görmekteyiz” diyen Kaboğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Düşman hukuku aslında bir savaş hukuku demektir. Burada hukukun olmadığı, daha çok fiili durumun geçerli olduğu ve keyfi uygulamaların yaygın olduğu birçok eylemle, işlemle ve baskıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Niçin yandaş hukuku kavramı da doğru değildir? Zira yandaşlar adeta kayırılmaktadır. Bunun en tipik örneği cumartesi akşamı burada tanık olduğumuz büyük abluka, belki eğer o gösteri ya da yürüyüş, laiklik karşıtı bir gösteri olsaydı, şeriat yanlısı bir gösteri olsaydı ‘evet’ denecekti ama tam tersi olduğu için, sırf insan hakkı, bir halkın bağımsızlığını, yaşam hakkını savunduğu için Beyoğlu tümüyle ulaşıma kapatılmıştır. Hatta hastaların, acil hastaların hastaneye ulaşmasını engelleyecek derecede keyfi bir polis ablukası karşısında bulunduk. Bu çerçevede tabii ki Vatan’dan Çağlayan’a, Çağlayan’dan Metris’e, Metris’ten Silivri’ye giden yolda, bu 3 ayrı mekanda yani kolluk, adliye ve hapishane olmak üzere bu üçgende avukat arkadaşların, meslektaşlarımızın girişimleri, savunma görevlerini yerine getirmeleri ve ben de baro başkanı olarak bizzat tanıklık etmiş olduğum birçok olayda uygulamada ne yazık ki adil yargılanma hakkının gereklerinin daha baştan ihlal edildiğini gördük.
“Demokratik hukuk devletinde özgürlük asıldır, sınırlama istisnadır”
Yargılama olsa da aslında bunların telafisi mümkün olmayan sonuçlar yaratacağı açıktır. Sonrası üzerinde durduk ama öncesine de dikkat çekmek gerekir. Sonrası anayasa madde 19 gereklerine tümüyle aykırı tutuklama ve özgürlüklerden alıkonulma söz konusu olduğu gibi öncesinde de konut baskını, mahrem yaşamın ihlal edilmesi gibi anayasanın 20, 21, 22’nci maddelerinin ihlal edilerek bir kişinin yakalanması, gözaltına alınması ve tutuklanması gibi anayasa ihlalleri zinciri ile ancak adliyeden hapishaneye gönderilmesi söz konusu olmuştur. Bu çerçevede bütün bunları biz emniyet, adliye ve hapishane üçlüsünde kümülatif hak ihlalleri olarak nitelendirebiliriz. Neden bunlar anayasaya uygun değildir çünkü anayasa madde 19 açıktır. Tutuklama koşullarını teker teker belirlemektedir. Tutuklama, tutuklanan kişiye bildirimde bulunulmakta, makul süreç içerisinde yargılanması öngörülmekte ve kısa sürede serbest bırakılma hakkı güvence altına alınmaktadır. Ne var ki bu anayasa madde 19’un saydığı koşulların hiçbiri gerçekleşmeden yüzlerce kişi tutuklanmıştır, hapse konulmuştur. Oysa demokratik hukuk devletinde, anayasamız madde 2’nin güvence altına almış olduğu demokratik hukuk devletinde özgürlük asıldır, sınırlama istisnadır. Bir kişi suç işlediği yönünde bir kuşku uyandırabilir ama o kişi yargılanır, o kişi özgürlüğünden alıkonulamaz.
“Kişi özgürlüğü ve güvenliğinin özü ihlal edilmiştir”
Bu olaylarda İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi avukat Fırat Epözdemir’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na kadar uzanan bu kitlesel tutuklamalar zincirinde, tabii ki yüzlerce öğrenci dahil olmak üzere hiçbirinde tutuklama koşulu gerçekleşmemiştir. Ben Avrupa Sözleşmesi’ne, uluslararası sözleşmelere girmiyorum çünkü elimizde anayasamız var. Anayasamızın bağlayıcı hükümleri var ve bu hükümlere herkes uymak zorundadır. Bu açıdan bütün tutuklamalar anayasa dışıdır demek durumundayız. Ayrıca böyle olduğu için anayasa madde 19’un güvence altına almış olduğu kişi özgürlüğü ve güvenliğinin özü ihlal edilmiştir. Özellikle adli kontrol koşulu getirildikten sonra 19’uncu maddeye ne ölçüde uyulduğuna dair sorgulamada bir tutuklama anayasaya aykırıdır. Tutuklama koşulları hiçbirinde bulunmaktadır bildiğimiz dosyada, tanık olduğumuz olaylarda. Bütün bunlar, bu keyfilikler bizi 19’uncu maddenin son fıkrasına götürüyor. O da haksız tutuklama sonucu devletin tazminat sorumluluğu. Evet, devlet tazminat ödemek zorundadır haksız bir biçimde tutuklanan kişilere ama kuşkusuz tazminat bir onarım değildir. Hakkın onarılması mümkün değildir. Burada dikkat çekilmesi gereken husus şudur. 40’ıncı maddenin son fıkrası, görev ve yetkisini kötüye kullanarak hak ihlalinde bulunan kamu görevlisine rücu hakkı tanımaktadır.
“Polis, yürüyüş izni alınmamış olsa bile şiddet kullanma yetkisine sahip değil”
Ceza Muhakemesi Kanunu madde 141 son ise görevini kötüye kullanan hakime, savcılara tazminat ödeme yükümlülüğü öngörmektedir. Bu bakımdan bunun işletilmesi, özellikle haksız tutuklananların, kendilerini tutuklayanlara karşı sorumluluklarını gündeme getirmeleri, bundan böyle yapılacak olan keyfi tutuklamalar açısından caydırıcı olabileceği için önem taşımaktadır. En çok kullanılan mesela öğrencilerin tutuklanmasında, toplanma ve gösteri özgürlüğü veya yürüyüş hakkı olmuştur. Her ne kadar bu öğrencilerin çoğu, bizim duruşmalarına katıldığımız toplu davalarda, yataklarından alınmış olsa da hepsi sokakta yakalanmış olmasa da önemli bir bilgi kirliliğinin önüne geçmek için toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu açısından önemli bir saptama yapmak gerekir. O da şudur. Genellikle kullanılan polise mukavemet kavramı yerinde değildir. Şöyle ki, polis aslında gösteri ve yürüyüş izni alınmadan yapılmış olsa da şiddet kullanma yetkisine sahip değildir.
“Kolluk gücü şiddet uyguluyorsa direnme hakkı vardır”
Yürüyüşler, gösteriler izin koşuluna bağlı değildir anayasamıza göre. Bilgi vermek, ön bildirimde bulunmak yeterlidir ama varsayalım ki bildirimsiz yapıldı. Bu durumda gerek İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarına, gerekse Anayasa Mahkemesi kararlarına göre izinsiz de olsa, yani bir yürüyüş korsan da olsa hiç kimseye özgürlüğün kullanımı, hiç kimseye şiddete başvurmayı meşru kılmadığı gibi kolluk güçlerinin de kesinlikle şiddet araçlarını kullanamayacağını öngörmektedir. Bu bakımdan aslında anayasa madde 137, konusu suç teşkil eden bir emri veren amire karşı memura direnme, mukavemet hakkı tanımakta. Buna karşın uygulanırsa hem uygulayan suçlu oluyor hem de amir suçlu oluyor. Bu durum karşısında eğer kolluk gücü, yurttaşa şiddet uyguluyorsa o zaman yurttaşın direnme hakkı hayli hayli var demektir. Bu açıdan sıkça kullanılan bir kalıp olarak mukavemet gösterme mazereti de ortadan kalkmaktadır.
“Usul yoluyla esas perdeleniyor”
Aslında suçlu muamelesi gören kişiler, belediye başkanları, gazeteciler, öğrenciler, onlara karşı uygulanan işlemler ve eylemler, o kadar yaygın hak ihlallerini beraberinde getiriyor ki, usule ilişkin ihlalleri beraberinde getiriyor ki, gerçekten suçlu olup olmadıklarını ortaya çıkarmak mümkün olmuyor. Çünkü gözaltına alınıyor, hapsediliyor, iddianame sonradan hazırlanıyor ve kamuoyunda, o dönemde sürekli suçlulukları hakkında bilgiler veriliyor. İşte bu açıdan buna usul yoluyla esası perdeleme veyahut da esası karartma olarak niteleme yapılabilir. Bu açıdan bakıldığı zaman gerçeklerin ortaya çıkması, suçlu olup olmadığının ortaya çıkması ayları, yılları alabilmekte. Bu da tabii ki demokratik bir toplumda olmaması gereken uygulamalara dönüştürmektedir bütün bu değindiğimiz hususları.”